Yabancılaşma ve Boş Benlik Arasında Modern Insan Serüveni

Paylaş

 

“Çadırını kurmuştu. Yerleşmişti. Hiçbir şey dokunamazdı ona. Çadır kurmak için iyi bir yerdi. O da işte bu iyi yerdeydi. Kendi yapmış olduğu evindeydi. (…..) Dışarısı oldukça karanlıktı; çadırın içi daha aydınlıktı.” – Hemingway, Fischer

Yabancılaşmadan bahsedildiğinde ‘İkinci Dünya Savaş’ı sonrası kendini gösteren o kaotik atmosfere inmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın karşısında yer alan İngiltere’ye, tarihe ‘The Blitz’ olarak geçen Nazi saldırıları gecikmemiş ve ülkeye ciddi bir savaş atmosferi hakim olmuştur. Savaştan çıkan halk büyük bir çöküntü yaşamış, Avrupa’nın savaş sonrası toplumu büyük ölçüde inançsızlık ve güvensizlik üzerine temellenmiştir. Eş zamanlı olarak dönem; siyasal, sosyal ve iktisadi açıdan da belirsizliğin hakim olduğu kaotik bir düzlemde ilerlemektedir. Bu buhranlı yıllar tam bir kriz ve anksiyete dönemi olarak anlatılır. ‘Yabancılaşma’ da tüm bu sosyolojik hadiselerin psikolojik sonucudur. Elbet bu sonuç dönemin sanat eserlerine de yansımış ve bir kriz edebiyatı, kriz sanatı ortaya çıkmıştır. Dönemin romanları incelendiğinde kahramanlar kendilerine veya başkalarına karşı eksik, yetersiz ve güvensizdir. Adeta bir boşluğa amaçsızca savrulmuş gibidirler. En ufak bir sorun bile onları derin bir çöküntü içine savurabilir. Bu da gösteriyor ki toplumlarda yabancılaşmanın çığlığı büyük sanat eserleri üzerinden duyuruluyordu. Buradaki yabancılaşma büyük sanatçılar, yazarlar çıkarıyor ve bu isimler de büyük eserler ortaya koyuyordu. Virginia Woolf, Fransız Kafka, Albert Camus, Salvador Dali birkaçı sadece..

Amerikalı psikolog Philip Cushman “Why the Self is Empty” isimli makalesinde ‘boş benlik’ kavramını ele alır. Boş benlik anlam yokluğunu yaşantılayan ve duygusal açlığı deneyimleyen benliktir. Ve bu açlık, ahlaki doğruluk ve tutarlılığı gözetmeksizin kendini doyuracak tüketim malzemeleri arar; zira benlik yabancılaşma ve parçalanmaya karşı durabilmek zorundadır. Cushman post-modern benliğin bukalemun gibi her kıvama girebilen şeklinden bahseder. Birey, büyük anlatılar ortaya koyup onların peşinden gitmek gibi ideallerden yoksundur. Hayata menfaatleri noktasından bakarken, sadece günü ve kendisini kurtarmanın derdindedir. Bireyin kendini ait hissettiği ve orada olmakla güven duyduğu istinat noktaları kaybolmuştur.

Dikkat edilirse bir önceki çağda adına yabancılaşma dediğimiz problematik, çağımızda yabancılaşmayı da içine alan daha derin bir problematiğe dönüşmüştür. Üstelik yabancılaşma kendi çağında bir üretime dönüşebilmişken, boş benlik, üretmek şöyle dursun mevcut olanı da yutan, içine hapseden bir sorunsal olarak kendini gösteriyor. Öyle ki, birey için bir varoluşa katılabilmenin yolu zihinsel, akli, ilmi ve eylemsel herhangi bir şey değil; sade ve sadece tüketmek.

Camus ve Sartre gibi varoluşçular yabancılaşmanın kaynağını bireyin sorgulama yolu ile bilincinin derinliklerine indiğinde varoluşunun nedenine dair kendisine ikna edici bir cevap verememesinde bulur. Yani anlam üreten bir varlık olarak insanoğlunun varoluşunu anlamlandıramaması beraberinde bir boşluk açığa çıkarır. Yalnız şu farkla; yabancılaşmada sorgulama faaliyeti vardır ve sorgulamalardan hareketle büyük anlatılar ortaya konulur. Boş benlikte ise herhangi bir sorgulama faaliyeti yapılmaksızın sadece tüketmeye odaklanılır. 20.yy toplumlarında bu boşluğun içinden bir üretim faaliyeti çıkabiliyorken, 21. yy’da her şeyle beraber bireyi de bütün benliğiyle içine alması, sanırım biraz da tipik hız ve tüketim toplumlarının genişleyip kökleşmesi ile yakından ilgilidir. Bana kalırsa varoluşun ruhunu söndüren bu sorunsalın çözümü yavaşlayıp, fark ederek değiştirmeye çabalamaktan geçiyor.

Facebook Yorumları
Paylaş

Yorum Yazın:

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

Mobile Sliding Menu

Wordpress Social Share Plugin powered by Ultimatelysocial